9 Ekim 2012 Salı

Mektuptan Öte Bir Mektup


İşte o ilk mektup:

Sevgili sevgilim Haluk,

Sana bu mektubu en içten duygularımla yazdığıma emin olabilirsin.
Zaten duygularım içten olmasa, yani bu mektubun içine koyacağım duygularım olmasa nasıl mektup yazabilirdim ki?
İçten olmayan duygu duygu değildir bir kere.
En kötü duygunun bile içten olanı makbuldür.
İçten olmayan duygu bozuntusu şeylerle bu mektubu yazsaydım o zaman buna mektup da denemezdi.
Ne denirdi Allah bilir
Kim bilir, belki de kul bilir
Kim bilirse bilsin, mühim olan bilmenin kendisidir kimin bildiği değil.
İşte biz hep bu noktada takılı kalıyoruz.
Kimin bildiğine o kadar odaklanıyoruz ki özü ıskalıyoruz.
Özü, yani bilmenin kendisini!
Bilmek bitmeyen bir olgudur, sınırı yoktur ki bilmenin.
Bildiğini bilmemek uyanmayı gerektirir, bildiklerini küçümsemekse pısırıklığı davet eder bünyeye.
Bir de bildiğini zannetmek ama aslında hiçbir şey bilmemek vardır ki o beterdir.
Böyle insanlar insanı hayatından bile bezdirebilirler.
Ne demiş Konfüçyüs, "Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız."

İşte böyle sevgilim sana olan duygularım o kadar içten ki o kadar olur yani.
Mektubun başı o kadar uzakta kaldı ki şimdi ne yazacağımı unuttum.
O yüzden mektubuma son vermeye karar verdim.
Ama merak etme ben aklıma geldikçe yazarım sana buralardan.
Mektubuma burada son verirkene kaşından, gözünden, özü özlü sözünden öperim.

En içten duygularım hep seninle.

Sevgiler
Çağla

İlk mektubun cevabı:


Mektup olgusu, içtenlik, samimiyet hatta hata karakter analizine kadar giden bu makale gibi mektup için çok teşekkür ediyorum sevgili sevgilim Çağla'm.
En içten duygularımla seni seviyor, sayıyor ve öpüyorum.

İlk mektubun cevabının cevabı:


Saydın mı?
Kaç taneyim?

İlk mektubun cevabının cevabının cevabı:


Bir.

31 Ağustos 2012 Cuma

Sonbaharla Barışmak


september

Eylül geldi, bugün Cumartesi.
Eylül geldi, gündüzler kısalırken geceler uzamaya devam etti.
Eylül geldi güneş cimrileşti, daha az ısıtır oldu.
Eylül geldi, mevsimin adı değişti, sonbahar oldu.
Eylül geldi, yüzüme vuran rüzgarlar çoğaldı; artık vapura binmesem de olur. Yine de başkadır vapurun keyfi, sen boşver Eylül'ü.
Eylül geldi, ince hırkalar çıktı meydana, yakında kışlıklar da dökülür ortaya.
Eylül geldi, yapraklar sarı,
Eylül geldi, meyvelerden elma, mandalina, havuç,incir, nar,
Eylül geldi, sebzelerden karnıbahar, lahana, ıspanak, pırasa.
Eylül geldi, melankoli çıktı meydana.
Eylül geldi, özlü sözlerin bini bir para.
Eylül geldi, hayat hala sıradan.
Eylül geldi, bugün hala Cumartesi.

28 Mart 2012 Çarşamba

Sesli Harfler



Aa

Aaaa! Hayal kırıklığının değil şaşkınlığın “Aaaa!”sı.
A öncüdür, candır, olmazsa olmazdır.
Çarkıfelekte sesli harf satın alınacağı zaman ilk akla gelendir.
Biraz kalın bir sesi vardır yalnız.
Kaba konuşmalarına aldırmayın tepesine çatıyı attırıverdiniz mi yumuşayıverir o zati.
Karı eşitdeğildir
 Kâ

Ee

Eeee! Vurdumduymazlığın değil merakın “Eeee!”si.
E incedir, narindir, sevimlidir.
İ ile birleştiğinde bir zamanlar popüler olmuş “bebeğiiim beniiimmm, hayalet sevgiliiimmm..” şarkısını aklıma getirir.
Kapalısı açığı derken telaffuz konusunda işi yokuşa sürer.
Tam hararetli bir konuşmanın içersinde açık e ile söylenen “en” dalga konusu olabilir.

Iı/ İi

Iııı! Konuşma sırasında vakit kazanmak için kullandığın değil unutkanlığın “Iııı!”sı.
İ de onun kardeşi işte. Çift yumurta ikizi olduklarından aralarında farklar olabiliyor.
I eğitimcidir. Şöyle söylesem daha açıklayıcı olacak sanırım: “Işık ılık süt iç.”
İ biraz daha metro seksüeldir kardeşine göre.

Oo/ Öö

Oooo! Şaşkınlığın değil Bbg Tarık’ın Of Deli Gönül şarkısının girişinin “O ooo”su.
Ö ve o’da çift yumurta ikizi. Tombalak bir aileden geliyorlar.
Ö dişidir. O ise her şeye karışan abisi.
O yüzden o ağızda dolu dolu yaşarken, ö biraz çekingen kalır.
Bu arada dedikodu yapmak gibi olmasın o a’dan daha kabadır.

Uu/ Üü

Uuuu! Evet, evet işte bu şaşkınlığın “Uuuu!”su.
U ve Ü’de çift yumurta ikizi iki kız kardeş.
Çok ortalıkta dolaşmazlar.
O yüzden bunlar diğerlerine göre biraz daha az ünlüdür.

12 Mart 2012 Pazartesi

_______ Dayanılmaz Hafifliği



(Lütfen boşluğu kafanıza göre doldurunuz.)

Ah evet, kıskandım!
Evet, özlemiştim de zaten!
Özlediğimin uzun zamandır farkındaydım ama
tembelleşen bünyeyi harekete geçirecek tetikleyiciyi
bulmak pek de kolay olmuyor.
Öyle bir tembellik ki, uzun süre aynı profiller etrafında
dönüp dururken sürekli aynı şeylere baktığını fark
etmeni bile engelliyor.
Bir anlık ‘kendine gelme’ sırasında sorabiliyorsun ancak
kendine, “Yahu, neye bakıyorum ben bir saattir?” diye.
Sonra cevap vermeye üşendiğin için sorduğun soruyu
unutup kaldığın yerden devam ediyorsun tembelliğe.
Pek de tatlı yayılıyor insanın kanına sinsi meret!
Aldanmamak lazım tatlı diline.

 Demek kıskanmanın da masumu, işe yarayanı var.
Yazıyorum.
Bu haliyle “Sen de seviyordun yazmayı. Hala seviyorsun.
Hem bu ne ya! En güzelini sen yazarsın…” diye kışkırtıyor
beni içten içten.
Yazıyorum…

Biraz paslanmış cümleler çıkıyor başta belki ortaya, olsun.
Yaza yaza pasını atmak üzere yazıyorum bu gece
tüm sözcükleri.
Ve tüm sözcüklerin şerefine basıyorum klavyemin tuşlarına.
Yarasın!

31 Ekim 2011 Pazartesi

Ben Masallara Bırakırdım Her Anımı


Her gecenin tadı ayrıdır diğer gecelerden
Ve her gündüzün tadı diğer gündüzlerden…
Bazen o tadı ifade edebilecek bir cümle yoktur
Bir kelime yoktur
Bir ses yoktur
Belki bir an, belki bir bakış, belki bir dokunuş vardır anlatmaya yetecek
Tüm o tadı,
O anın, geçen gecelerden ya da gündüzlerden farkını,
Anlatmaya yetecek
Bir an ki susmalarla dolu, daha anlamlısı yok
Bir bakış ki biriktirdiği yaşları bir gülümseyişle döküverir, daha gerçeği yok
Bir dokunuş ki sıcak ve şefkatli, daha huzurlusu yok
Ancak bu başkalığın büyüsü çözüldüğü zaman
Heyecanla dönüp
Solunuza bir bakarsınız ki
Bu tadı,
Diğer anlardan farkını,
Uzun uzun anlatmak istediğiniz kişi yok
Dokunabildiğiniz, görebildiğiniz, susabildiğiniz o anda, o civarda…
İşte o zaman uyuyun!
Sadece uyuyun!
Hemen kapatın gözlerinizi ve yükselin!
Rüyalara bırakın tüm anları
Ya da
Masallara belki…

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Karanlık ve Huzurlu


Karanlık ve huzurlu…
Ne zamandır döndüm rüyasız gecelerime.
Rüyasız ve karanlık,
karanlık ve huzurlu gecelerime.
Oysaki karanlık, huzursuzluğu çağrıştıran değil mi hepinize?
Bendeki anlamı, karanlığın, sizdekinin daha ötesinde. Başka bir boyuttan geliyor belki de benim karanlığım.
Benim huzurlu karanlığım!
Öyle ki, gökkuşağı gibi yedi renk benim karanlığım.
Öyle ki, her rüyasız- karanlık gecenin sonu huzurlu bir aydınlığa çıkıyor. Yağmurdan sonra gelen güneşin ardından dünyaya renk katan gökkuşağının bittiği yerde bulunduğuna inanılan bir çömlek altın gibi değerli bir aydınlık bu. Hazineyi bulanı nasıl sevindirirse o altınlar, her sabahın aydınlığı da beni öyle sevindiriyor.
Her sabahımın bu kadar değerli, bu kadar huzurlu olması
bu yüzden.
Bu yüzden,
her sabah beni böylesi aydınlıkla ödüllendiren karanlığa, huzura, güne, geceye tüm varlığımla ve tüm farkındalığımla ortak oluşum.
Bu yüzden,
her yeni güne kimseyi beklemeksizin, önce kendi “Günaydın” dileklerimle başlayışım.
Gördüğüm rüyalar benim.
Görmediğim rüyalar…
Onlar da benim. Tüm karanlıklarıyla…
Karanlık benim ve beraberinde getirdiği huzur, aydınlık da…

GÜNAYDIN.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Şeyini Anlatmak Zor Gelirdi Anneme

Şey…
Birçoğumuz için, birçok kez, kurtarıcı kelimelerin başında gelmiştir bu kelime.
Şey’e kabına sığmayan bir hal yüklemişizdir el birliğiyle. Her şey olabilir kendisi.  Kendi kendini tanımlar. Parmağın ucunun gösterdiği nesneyi/yeri/durumu(…) tanımlar. Adını çıkaramadığımız kimselere işaret eder. Cevabını bilmediğimiz sorularda düşünme payı sağlamak konusunda ‘ıııı…’ ile yarışabilir.
Bazen en ayıp kelime odur. Anlatmak istediğimizin çok dışına çıkar söyledikleri ya da çıkarılır da haberimiz olmaz. Bu yönüyle tehlikeli de bir kelimedir.
Kullanılması kaçınılmaz bir kelime olarak dağarcığımızda yerini almıştır. Her işte bir keramet vardır gibi bir şey bu; her şeyde bir ‘şey’ vardır.
Anlamlı ve bir o kadar anlamsız bir kelimedir. Kahramandır, düşmandır, rezildir, vezirdir… Söyleyenin niyetine uymaz birçok kez dinleyenin anladığı. Şey, söyleyenin anlattığı dinleyenin anladığıdır en nihayetinde. Yani kahramanlığı ağızdan çıktığı anla da sınırlı kalabilir, amacına ulaşıp köşesine çekildiği ana kadar da sürebilir. Karşı tarafın algısıyla doğru orantılıdır şeyin kahramanlığı. Doğru çözümlenemezse rezilliğin önünü açan anahtar olabilir.
Şey öyle bir şeydir ki yeri geldiğinde gizemli bir kadın gibidir. Anlamak zordur, bilmecelerini çözmek gerekir.
Şey öyle bir şeydir ki bazen alenen ortadadır anlatmak istediği. Anlatır ve çekilir köşesine.
Şey öyle bir şeydir ki yeri geldiğinde kibar adamın sövgü dolu haykırışlarıdır. Terbiyesi sadece ‘şey’e müsaade eden adamın savurduğu savuracağı küfürümsülerin baş tacı olur.
Şey öyle bir şeydir ki anlat anlat bitmez. Mesela, annemle iletişimimizin koptuğu noktanın kaynağı bu ‘şey’dir. Cümle içinde o kadar çok geçer ki anlamak imkânsızlaşır, bir daha sormak anlamsızlaşır. Vazgeçerim. “O kadar çok şey kullandın ki yine bir şey anlamadım.” derim. Annem de “ Evet bir o şeyi şey etsem…” diye başlayıp devamını getiremediği cümlesini havada bırakır, susar. Vazgeçer. Annem için şeyini, derdini demek istiyorum, anlatmak zordur artık.
İşte ‘şey’ öyle bir şeydir ki, yeri gelir anne- kız arasına bile girer.
Her durumun, her nesnenin diğer adıdır. Çok yönlüdür.
Anlamak istemeyene yabancıdır, kısırdır.
Hem sevilen, hem reddedilendir.
Kimine göre özgür bir kelimedir her şey olabildiği için, kimine göre cahilliğimizin kelime haznemizde yaşayan halidir, kimine göreyse jokerdir.
O şeyi bir şey etsek her şeyi şey etmiş olacağız belki de ama nerde!