22 Şubat 2011 Salı

Önce & Sonra

Değişim çabuk gelir, yavaş ilerler. Sessiz sedasız gelir ve bir o kadar gürültülü. Zıtlıklar kurar hayatımızda da biz fark etmeyiz çoğu kez.
Karışık mı geldi? Benim kafam da karışık zaten, bu iyi.
Değişimin sabit bir tarafı vardır, sürekliliğinden gelen. Sürekli etkilere verdiğiniz sıradan tepkiler hayatınızdan çabuk çabuk akıp gidiyor gibi gelebilir ancak bunların birikimiyle beraber yavaş yavaş ilerler değişim rüzgarları. Tüm ruhunuzu, zihninizi  ve yetmezse bedeninizi sarar sarmalar, alır götürür. Belki daha anlayışlı olursunuz, belki daha sinirli, belki katbekat artar hırslarınız, belki bezmişi oynarsınız, belki sadece saçlarınız beyazlar, belki de içten içe yaşlanır dışardan hiç belli etmezsiniz, belki de ‘belki’lerle anlatılamayacak kadar türlü etkileri olur bu rüzgarların; o yüzden üç noktayla başbaşa bırakıyorum sizi, rasgele... Rüzgarın nereden, nasıl, ne şiddette estiği önem kazanır bu noktada. Bazen tatlı tatlı esen bir meltem  herşeyi birbirine katan, çılgınca sürükleyen bir hortuma dönüşebilir. -Tabi ki değişim sürekli bu kadar uçlarda yaşanacak diye bir şey yok. Hep en uçlarda tanımlarız ya anlatmak istediğimiz şeyi daha iyi anlatabilelim,etkiyi arttıralım diye, ben de o yoldan gidiverdim işte.- Değişimin gürültülü hali de bir nebze bu dönüşümlerden beslenir zaten. Geçiş dönemleri hep sıkıntılı geçer; benimsemek, alışmak, devamlılığı sağlamak, içselleştirmek derken bir gürültüdür kopar gider. Dağılırsınız, toparlanmak üzere... Ancak yeniden içinde güvende hissedeceğiniz monoton düzene kavuşunca değişimin rüzgarları sakinleşir. Ama biter sanmayın, süreklidir. Sonra yeni etkiler, yeni tepkiler, yeni birikimler, yeni gürültüler...  Dönüp durur yeniden ve yeniden. Tüm bunlar uzun zaman alır. Öyle bir gece de saçlarım beyazladı gibi değil, ömürlüktür esen rüzgarlar. Varlığı- yokluğu bir değildir zira yokluğu, “Siz yaşamıyorsunuz!” demektir. Değişim şarttır, olmazsa olmazdır.
İşte bu benim değişim yorumum.
Karışık mı geldi? Benim kafam da karışık zaten, bu iyi.

18 Şubat 2011 Cuma

Kendimi Seviyorum Kendimi Onaylıyorum


Karmakarışık yaşamayı seviyorum.
Dağınık olmayı seviyorum.
Zaman zaman bu sevdamın başıma dert açtığı olur. Eminim böyle devam ederse daha da olacaktır.
Açtığım onbinyüzmilyon sekme arasında kaybolmam ve ilk etapta aradığımı bulamayıp her seferinde başka konulara dalmam,
dağıttığım dolabım yüzünden dar zamanlarda hep en saçma ve en kırış-buruş kıyafetlerimle yollara düşmek zorunda kalmam ve bu yüzden kendime bolca sinirlenmem,
her akşam uyuyabilmek için önce yatağımın üzerindeki dağınıklığı yığmak için başka bir yer bulmak zorunda kalmam ve o arada uykumun kaçma ihtimali,
“Nasılsa akşam yine yatcam.” Deyip yatağımı toplamadan güne başladığım zamanlarda annemden yediğim azarlar,
olabilecek herşeyin olduğu bir yerde asıl orada olması gerekeni bulamayışlarım ve dahası...
Hiç önemli değil!
Ben böyleyim der geçerim; kendi yoluma da taşı kendim koyarım.

Heh aferin bana!
İşte bir de böyle bir halt başarmış gibi çalar, söylerim.

17 Şubat 2011 Perşembe

Günün Ayamadığı Günler

“Ööööffffff...!”leyerek kalktıysam o gün yataktan, yüzüme bakılmaz; en azından birkaç saat. Böyle günlerde kendimi dövesim gelir ama öyle şirret olurum ki kendimden gözüm korkar, susarım. Konuşmam, gülmem- gülümsemem bile, insanları duymam- duyumsamam, kalabalıkla beraber boş boş yürürüm, yoluma bakarım. Nasılsa her gün gittiğim yol! Otomatik pilota geçer bedenim; durmam gereken yerde durur , sıkılınca iki volta atar, binmem gereken araca biner, inmem gereken yerde iner... Zihnim uyur uyanık sövmelerde!
Günün en güzel, en dinamik, en neşeli, bazen en gergin, en şiddetli saatleridir ya sabah saatleri, bu “en”lere göz yumduğum için kendimle kapışırım. O yüzden böyle günlerde biri insin gökten zembille, kim olduğu hiç mühim değil “Aç gözlerini, kendine gel ve bak ve gör ve izle..!” nidaları eşliğinde sarssın beni, kendime getirsin, kavga edelim önce sonra gözüm açılsın, gün kaçmasın.
Yarın “Ööööffffff...!”lemeden uyaniciim inşallah... Darısı başınıza! =)

16 Şubat 2011 Çarşamba

Seni Rüyalarımda Göreceğim

Rüyasız uykularım gerçekçiliğimden ya da derin uykularımdan kaynaklanmıyor; biliyorum. Biliyorum çünkü ne öyle çok gerçekçiyimdir ne de derin uykularım var. Ama...
Eğer birgün rüya görmeye başlarsam söz seni de rüyalarımda göreceğim!
O kadar uzak ki şimdi söz vermek kolay!

11 Şubat 2011 Cuma

Maskelenmiş Sevişme


Güzel gözlerin var! Bakışların hüzünlü biraz; olsun korkma hüzünlü bakmaktan ki aksın hüzün gözlerinden ve geçip gitsin hayatından.
Dudaklarının kıvrımları... İncecik narin!
Gülümseyişinde kaybolabilirim aslında ama hep gözlerindeki hüzün yansıyor dudaklarına... Olsun, hüzünle kıvrılan dudaklarında başka güzellikler yüklü sanki beni içine alan. Hüznünde de kaybedebilirm kendimi. Yeterki saf olsun, sahtelikten uzak olsun, sana yakışır olsun... Ben hepsini kucaklarım; seni kucaklarım, olduğun gibi! Aşığım!
Sana
salt güzelliğine
içtenliğine
sevincine
isyan edişlerine
şaşkınlığına
merakına
hüznüne
göz yaşlarına
bütünüyle
olağan çıplaklığıyla
sana, sana, sana...
Ama en çok saçlarına!
Ben hep okşarım saçlarını, sen uyu güzelim. Uyu, tüm saflığınla. Güne başlayana kadar gerçeksin, bir tek uykuda gerçeksin. Sen uyu, ben izlerim tüm gerçekliğini güzelim. Ben saçlarını okşarım senin...
Gün başladığında, sen güne hazır olduğunda, ben saçlarından tanıyacağım seni. Onlar hatırlatacak bana senin kim olduğunu. Saçlarından seveceğim seni...
(...)
Tüm hüznünü ardına gizlediğin o masken var ya! İşte o maske getiriyor sana ardında sakladığın hüznü. Getiriyor ki hep başrolde olsun. Getiriyor ki sen onu günün kahramanı yap. Sen hüzünlen, o güçlensin istiyor. Senin günü kurtardığını sandığın o şey işte bu kadar içten pazarlıklı bir ucube aslında... Sana söyleyemiyorum artık bunları güzelim, seni kurtaramıyorum. Çünkü istemiyorsun, ben de saçlarınla yaşıyorum. Maskenin ardındayken sen, sana ulaşamıyorum; öyle yabancısın.
Saçlarınla yetiniyirorum. Saçlarından seviyorum seni, saçlarından tanıyorum. Bir tek o güzelim saçlarının uçuşmasını engelleyemiyor bu maske. Bir tek onun sadeliğine ilişemiyor. Bir tek onlar özgür kalıyor. Bir tek onlar benim hayran olduğum gibi kalıyor gün başladığında bir tek onlar gerçek...
Hayır, sen maskenin ardındayken olmaz güzelim.Öpemem seni, sarılamam... İşte o yüzden, ben saçlarından severim seni gündüzleri.
Geceye kalır hep sevişmeler...

10 Şubat 2011 Perşembe

Baobap Sen Ne Güzel Ağaçsın

Küçük Prens’ten bilirsiniz bu ağaçları. Ben yıllar önce okumuştum, unutmuşum. Bugünlerde tekrar hatırladım. “Tohumları topraktan temizlenmezse gezegenleri bile ele geçirebilir bu ağaçlar!” der Küçük Prens’imiz.

Ve baobap ağaçlarına baktım. O kadar masalsılar ki durdukları yerde...

Sadece fotoğraflardan bile hayran kaldığım bu ağaçları yakından görmek istiyorum. Her bakışımda başka başka şeyler uçuştu kafamda. Bir de yakından bakarsam, kafamın içinde fırtınalar kopacak sanırım. =) Biraz bakıp araştırınca, bol efsaneli de bir ağaçmış bu!

Afrika'nın yerel söylencelerinin çoğunda, tanrının bu ağacı toprağa tepetaklak gömdüğü anlatılır. Söylenceye göre tanrı, baobap ağacını önce kongo havzasına eker ama ağaç toprağın çok nemli olduğundan yakınır. Bunun üzerine tanrı ağacı yerinden söküp Ruwenzori'ye diker. fakat ağaç yine mutsuz olur; baobapa öfkelenen tanrı, ağacı son kez yerinden söküp Afrika'nın kurak topraklarına fırlatır. toprağa ters düşen ağacın kökleri gökyüzüne doğru büyür. Baobap ağacının ters dönmüş gibi görünmesinin nedeni budur, der söylence.

Yeryüzündeki ilk ağaçlardan biri olan baobab zarif ve cazibeli palmiye ağacı ile karşılaştığında kıskançlık krizine kapılır ve onun gibi uzun boylu olmak arzusuyla ağlamaya başlar. Ateş ağacının kırmızı çiçeklerini gördüğünde ise o da çiçek açmak arzusuyla yanar tutuşur. Azametli incir ağacını ve olgun meyvelerini gördüğünde de o da meyve verebilmek için dua eder Tanrı'ya. Bu bitmez tükenmez istekler silsilesi karşısında sinirlenen Tanrı baobabı kökünden koparırcasına söker ve tepetaklak bir şekilde tekrardan toprağa diker.

Araplar'ın bir inançlarına göre, şeytan tarafından topraktan sökülüp ters olarak (dallar toprağa dalacak, kökler göğe yükselecek şekilde) tekrar dikilen ağaçtır.

Jerzy kosinski'nin Şeytan Ağacı kitabının içinden alıntıdır: "Yerliler baobaba şeytan ağacı derler, çünkü inanışlarına göre, dallarının tutsağı olan şeytan, ağacı, tersine çevirerek cezalandırmıştır. Yerlilere göre, ağacın kökleri dalları olmuştur, dalları da kökleri. Bir daha baobab ağacının bitmemesini sağlamak için de, şeytan, bütün taze sürgünleri yok etmiştir. Bu nedenle, sadece yetişkin baobablara rastlanır.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Kararlılık Çeksin Canın

Canın ölmek mi çekti?
Öl o zaman!
Tadını çıkar!
Gerçekten istiyorsan neden olmasın? Hem kim tutabilir ki seni verilen kararlardan sonra; senden, gizli kalmış kararsızlığından ve aslında yalnızlığının kıskanç tarafından başka?
Gerçekten istemedikten sonra da ölünmez ki canım...

Canın yaşamak mı çekti?
Yaşa o zaman!
Tadını çıkar!
Gerçekten istiyorsan neden olmasın? Hem kim durabilirki senin heyecanının, sevgi dolu bakışlarının, seçtiğin hayatı yaşama aşkının önünde verilen kararlardan sonra; içten içe çürümüş hissetmenden, -mış gibi yapışlarından, kabullenemeyişlerinden başka?
Gerçekten istemedikten sonra da yaşanmaz ki canım...

Gerçekten istemedikten sonra da ölünmez ki canım! Şakası bile yapılmaz. Korkutur seni bu seçim. Yalnızlığını körükler. Bir kere körüklendi mi yalnızlığın böylesi, kıskançlığa gebedir artık. Çok zaman geçmeden doğacak bir kıskançlık... Herkesin senin kadar, en az senin kadar, yalnız olmasını istersin. Ölmeyi hiç istemezken, bu uğurda ölmeyi deneyebilirsin bile. Yeter ki acısını yaşadıklarının acısı başkaları tarafından da yaşansın.
(...)
Korkularını yenemedin bari düştüğün komik duruma bak! Ders al! Bakkala gitmekle bir sanıyorsun sen ölmeyi ki dikkat çekmeye çalışıyorsun. “Heyy, ben bakkala gidiyorum, bir şey isteyen var mı?” der gibi... Ölme annem sen. Beceremezsin, hakkını veremezsin. Hoş, yaşamanın hakkını ne kadar verebilirsin ki?
Arafta bekle, biz geliriz!

Gerçekten istemedikten sonra da yaşanmaz ki canım! Yaşanır da öylesine yaşanır, tadına varılmaz. Yaşamak, gerçekten içinden gelerek, yaşamayı severek yaşamak uzağında kalır senin. Tanıdık gelmez, severek yaşayanlar.
(...)
Yaşıyormuş gibi yapıp onların tattıklarını tatmak istersin belki ama önce atladığın bir noktaya geri dönmen lazım; sana engel olan herşeyi kabullenmen, bağrına basman, tazelenmen lazım. Öbür türlüsü daha da çok çürütür seni. Gerçekten oynamak istiyorsan, mızıkçılık yapmadan var ol oyunda.
Ve sonra yaşa!
Hakkını ver ama, -mış gibi yaşama
Yoksa aklım kalır!

8 Şubat 2011 Salı

Güzellik Uykusundan Öte

Uyku! Ahh, tatlı uyku, bari sen bırakma!
Bu gece sadece dört saatini verdin bana. Oysa daha fazlasına ihtiyacım vardı.
(…)
Uyku perileri! Sizden hep rüyalar dilendim. Her gece sizin kollarınıza bırakırken kendimi bana getirmenizi istediğim; rüyalardı. Masalları sevdiğim kadar severim rüyaları da… -Sanırım gerçeklerden ağzımın payını alınca masallara, rüyalara sarıldım.- Ah ama uzun zamandır rüyaları da istemiyorum sizden. Sadece gelin, göz kapaklarımda gezinin istiyorum. Sadece uyumak istiyorum! Bunu da çok mu görüyorsunuz bana?
-Ey uykuları kaçan! Ey uykunun güzel sahibi!
İnan, biz senden daha çok istiyoruz sana ihtiyacın olanı vermeyi. Güzel uykularını rüyalarla taçlandırmak şöyle dursun, düşüncelerinin karmaşasından ve bu karmaşanın sıklığından sana ulaşamıyoruz ki… Bu kadar çok düşünme, karmakarışık olmasın kafanın içi. Ruhunu özgür bırak, kapansın gözlerin.
Uykunun güzel sahibi, ancak o zaman huzurlu bir uyku sunabileceğiz sana.
- Uyku tanrısı Hypnos’un minik perileri!
Güzel söylüyorsunuz ancak o kadar kolay değil ki düşüncelerimden arınmak. Ben de arınmak için uyumaya, size ihtiyacım olduğunu sanıyordum. Biraz uyusam, ah biraz uyuyabilsem… İşte o zaman rahatlayacaktım sanki. Meğer düşüncelerle boğuşmaktan uyumaya vakit bulamıyormuşum. Uyku bana gelmediği için düşünceler eşliğinde gelmesini beklemek, kendimi avutmakmış sadece. Ahh, meğer böyle böyle hapsetmişim ruhumu. Evet, evet… Düşünmek iyidir, fazlası zarar. Düşünmek iyidir! Fazlası…
-Şimdi anladın mı?! Uykuyu sana çok gören biz değiliz. İnan buna. Uykuların en güzeli, en huzurlusu senin olsun isteriz. Düşünceler üşüşürken tepende, her gidenin yerini bir yenisi alırken ve böylece kısır döngü halinde gidip gelirken onlar korkarız çıldıracaksın! Biz de istiyoruz sana gelmeyi. Her gece yokluyoruz, ulaşamıyoruz! Yine de uyku tozlarını serpiyoruz üzerine dört bir yandan ama o tependeki lanet kalabalığın arasında yitip gidiyorlar. Senin uykundan onlar nasibini alıyor, besleniyor. Yenileri nöbeti devralıyor. Nöbetleri hiç bitmez bunların sen sınırını koymazsan. Ruhunu esir almalarına izin verme. Bu kadarı olmaz! Kurtar kendini ancak o zaman güzel uykularda belki de rüyalarda eşlik edip renk katacağız sana.
-Renkli uykuların minik, güzel sebepleri! Beni bırakmamış olduğunuza sevindim. Sizlerin renkli âlemine dalabilmek, ruhumu özgürlüğüne kavuşturabilmek için sahip çıkacağım kendime. Deneyeceğim. Düşüncelerimin beni ele geçirmesine izin vermeyeceğim.
Kendi düşüncelerinle kendini boğmak! Ne kadar acı!
Benim onların değil, onların benim kontrolümde olduğunu hatırlatacağım kendime ve göstereceğim onlara. Beni ele geçirme, ruhumu hapsetme cesaretini vermeyeceğim… Umarım bu farkındalık anında sizlerin güzel uyku kristalleri beni bulur.
Tatlı uyku! Beni bırakmadığına sevindim.
(03.07.2010)

6 Şubat 2011 Pazar

Kelebek Tanrı

Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Zaten süzüldüğü hava da bildiğiniz hava değil.
Havası, suyu, ateşi bir bu âlemin. Sadece renkleriyle var olan bir evren burası. Renkler, yok olmayı bırakın, solsa dahi tekdüzeleşir yaşam. Tekdüzeleşir varlıklar. Renklerini kaybederler ve bu âlem de yitirir renklerini. Yok oluşun başlangıcıdır bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Yere yakın kuşların kanat çırpışlarından oluşan dalgaların renkleriyle sörf yapar. Su damlalarından oluşan, ahtapotun kolları kadar çok sesli bir kuyruğu vardır- onu sizin bildiğiniz kelebeklerden ayrı kılan. Turuncuyu sever ama maviyi daha çok sever. Mavi bir hayatı var bu yüzden; sizin bildiğiniz denizlerin mavisinden ama ıslak olmayan bir hayat.
Denizi, karası, göğü bir bu âlemin. Sizin bildiğiniz kuşlar, balıklar, insanlar, hayvanlar yok burada. Çok kuyruklu kelebekler, güvercin kanatlı böcekler, çiçeklerle oynaşan yunuslar, iki başlı kuşlar, kuyruklarında bir dünya taşıyan balıklar… Açılan bembeyaz sayfalarında yaptıkları tek şey, kendilerininkiyle beraber birbirlerinin de hayatlarına renk katmak. Var oluşun sevilirliğidir bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Yere yakın kuşların kanat çırpışlarından oluşan dalgaların renkleriyle sörf yapar.  Pembeli, sarılı, morlu, turunculu renk akımlarına bırakır kendini adrenalini doruklarda yaşar. Ömrünün kısalığından değildir korkusuzluğu. Dedim ya bildiğiniz kelebeklerden değildir o diye. Sonsuz bir görevi vardır bu âlemde, kimsenin bilmediği. Ve sonsuz bir sırrı, kimseye söyleyemediği.
Özgürlüğü, esareti, sevgisi, öfkesi bir bu âlemin. Renk ayrımı yapmadan severler birbirlerini. Kiminin mavisi, kiminin moru, kiminin alı, kiminin karası… Hep yaşanmışlıkların hatırası. Her şey iç içe geçmiş bir karmaşa yaratmış göstermelik ama içerden bakana düzen apayrı… Mucizenin yansımasıdır bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Yere yakın kuşların kanat çırpışlarından oluşan dalgaların renkleriyle sörf yapar.  Pembeli, sarılı, morlu, turunculu renk akımlarına bırakır kendini adrenalini doruklarda yaşar. Tanrısı olduğu âlemi her şeyiyle korumak, saklamak için sıradan görünür tüm olağanüstülüğüyle. Kimsenin bilmediği ve kimseye söyleyemediğidir bu!
Yaratanı, yaratılanı birdir bu âlemin. İç içe yaşarlar. Ve tanrının varlığı, yokluğu, mucizesi her şeyidir bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!