31 Ekim 2011 Pazartesi

Ben Masallara Bırakırdım Her Anımı


Her gecenin tadı ayrıdır diğer gecelerden
Ve her gündüzün tadı diğer gündüzlerden…
Bazen o tadı ifade edebilecek bir cümle yoktur
Bir kelime yoktur
Bir ses yoktur
Belki bir an, belki bir bakış, belki bir dokunuş vardır anlatmaya yetecek
Tüm o tadı,
O anın, geçen gecelerden ya da gündüzlerden farkını,
Anlatmaya yetecek
Bir an ki susmalarla dolu, daha anlamlısı yok
Bir bakış ki biriktirdiği yaşları bir gülümseyişle döküverir, daha gerçeği yok
Bir dokunuş ki sıcak ve şefkatli, daha huzurlusu yok
Ancak bu başkalığın büyüsü çözüldüğü zaman
Heyecanla dönüp
Solunuza bir bakarsınız ki
Bu tadı,
Diğer anlardan farkını,
Uzun uzun anlatmak istediğiniz kişi yok
Dokunabildiğiniz, görebildiğiniz, susabildiğiniz o anda, o civarda…
İşte o zaman uyuyun!
Sadece uyuyun!
Hemen kapatın gözlerinizi ve yükselin!
Rüyalara bırakın tüm anları
Ya da
Masallara belki…

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Karanlık ve Huzurlu


Karanlık ve huzurlu…
Ne zamandır döndüm rüyasız gecelerime.
Rüyasız ve karanlık,
karanlık ve huzurlu gecelerime.
Oysaki karanlık, huzursuzluğu çağrıştıran değil mi hepinize?
Bendeki anlamı, karanlığın, sizdekinin daha ötesinde. Başka bir boyuttan geliyor belki de benim karanlığım.
Benim huzurlu karanlığım!
Öyle ki, gökkuşağı gibi yedi renk benim karanlığım.
Öyle ki, her rüyasız- karanlık gecenin sonu huzurlu bir aydınlığa çıkıyor. Yağmurdan sonra gelen güneşin ardından dünyaya renk katan gökkuşağının bittiği yerde bulunduğuna inanılan bir çömlek altın gibi değerli bir aydınlık bu. Hazineyi bulanı nasıl sevindirirse o altınlar, her sabahın aydınlığı da beni öyle sevindiriyor.
Her sabahımın bu kadar değerli, bu kadar huzurlu olması
bu yüzden.
Bu yüzden,
her sabah beni böylesi aydınlıkla ödüllendiren karanlığa, huzura, güne, geceye tüm varlığımla ve tüm farkındalığımla ortak oluşum.
Bu yüzden,
her yeni güne kimseyi beklemeksizin, önce kendi “Günaydın” dileklerimle başlayışım.
Gördüğüm rüyalar benim.
Görmediğim rüyalar…
Onlar da benim. Tüm karanlıklarıyla…
Karanlık benim ve beraberinde getirdiği huzur, aydınlık da…

GÜNAYDIN.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Şeyini Anlatmak Zor Gelirdi Anneme

Şey…
Birçoğumuz için, birçok kez, kurtarıcı kelimelerin başında gelmiştir bu kelime.
Şey’e kabına sığmayan bir hal yüklemişizdir el birliğiyle. Her şey olabilir kendisi.  Kendi kendini tanımlar. Parmağın ucunun gösterdiği nesneyi/yeri/durumu(…) tanımlar. Adını çıkaramadığımız kimselere işaret eder. Cevabını bilmediğimiz sorularda düşünme payı sağlamak konusunda ‘ıııı…’ ile yarışabilir.
Bazen en ayıp kelime odur. Anlatmak istediğimizin çok dışına çıkar söyledikleri ya da çıkarılır da haberimiz olmaz. Bu yönüyle tehlikeli de bir kelimedir.
Kullanılması kaçınılmaz bir kelime olarak dağarcığımızda yerini almıştır. Her işte bir keramet vardır gibi bir şey bu; her şeyde bir ‘şey’ vardır.
Anlamlı ve bir o kadar anlamsız bir kelimedir. Kahramandır, düşmandır, rezildir, vezirdir… Söyleyenin niyetine uymaz birçok kez dinleyenin anladığı. Şey, söyleyenin anlattığı dinleyenin anladığıdır en nihayetinde. Yani kahramanlığı ağızdan çıktığı anla da sınırlı kalabilir, amacına ulaşıp köşesine çekildiği ana kadar da sürebilir. Karşı tarafın algısıyla doğru orantılıdır şeyin kahramanlığı. Doğru çözümlenemezse rezilliğin önünü açan anahtar olabilir.
Şey öyle bir şeydir ki yeri geldiğinde gizemli bir kadın gibidir. Anlamak zordur, bilmecelerini çözmek gerekir.
Şey öyle bir şeydir ki bazen alenen ortadadır anlatmak istediği. Anlatır ve çekilir köşesine.
Şey öyle bir şeydir ki yeri geldiğinde kibar adamın sövgü dolu haykırışlarıdır. Terbiyesi sadece ‘şey’e müsaade eden adamın savurduğu savuracağı küfürümsülerin baş tacı olur.
Şey öyle bir şeydir ki anlat anlat bitmez. Mesela, annemle iletişimimizin koptuğu noktanın kaynağı bu ‘şey’dir. Cümle içinde o kadar çok geçer ki anlamak imkânsızlaşır, bir daha sormak anlamsızlaşır. Vazgeçerim. “O kadar çok şey kullandın ki yine bir şey anlamadım.” derim. Annem de “ Evet bir o şeyi şey etsem…” diye başlayıp devamını getiremediği cümlesini havada bırakır, susar. Vazgeçer. Annem için şeyini, derdini demek istiyorum, anlatmak zordur artık.
İşte ‘şey’ öyle bir şeydir ki, yeri gelir anne- kız arasına bile girer.
Her durumun, her nesnenin diğer adıdır. Çok yönlüdür.
Anlamak istemeyene yabancıdır, kısırdır.
Hem sevilen, hem reddedilendir.
Kimine göre özgür bir kelimedir her şey olabildiği için, kimine göre cahilliğimizin kelime haznemizde yaşayan halidir, kimine göreyse jokerdir.
O şeyi bir şey etsek her şeyi şey etmiş olacağız belki de ama nerde!

22 Şubat 2011 Salı

Önce & Sonra

Değişim çabuk gelir, yavaş ilerler. Sessiz sedasız gelir ve bir o kadar gürültülü. Zıtlıklar kurar hayatımızda da biz fark etmeyiz çoğu kez.
Karışık mı geldi? Benim kafam da karışık zaten, bu iyi.
Değişimin sabit bir tarafı vardır, sürekliliğinden gelen. Sürekli etkilere verdiğiniz sıradan tepkiler hayatınızdan çabuk çabuk akıp gidiyor gibi gelebilir ancak bunların birikimiyle beraber yavaş yavaş ilerler değişim rüzgarları. Tüm ruhunuzu, zihninizi  ve yetmezse bedeninizi sarar sarmalar, alır götürür. Belki daha anlayışlı olursunuz, belki daha sinirli, belki katbekat artar hırslarınız, belki bezmişi oynarsınız, belki sadece saçlarınız beyazlar, belki de içten içe yaşlanır dışardan hiç belli etmezsiniz, belki de ‘belki’lerle anlatılamayacak kadar türlü etkileri olur bu rüzgarların; o yüzden üç noktayla başbaşa bırakıyorum sizi, rasgele... Rüzgarın nereden, nasıl, ne şiddette estiği önem kazanır bu noktada. Bazen tatlı tatlı esen bir meltem  herşeyi birbirine katan, çılgınca sürükleyen bir hortuma dönüşebilir. -Tabi ki değişim sürekli bu kadar uçlarda yaşanacak diye bir şey yok. Hep en uçlarda tanımlarız ya anlatmak istediğimiz şeyi daha iyi anlatabilelim,etkiyi arttıralım diye, ben de o yoldan gidiverdim işte.- Değişimin gürültülü hali de bir nebze bu dönüşümlerden beslenir zaten. Geçiş dönemleri hep sıkıntılı geçer; benimsemek, alışmak, devamlılığı sağlamak, içselleştirmek derken bir gürültüdür kopar gider. Dağılırsınız, toparlanmak üzere... Ancak yeniden içinde güvende hissedeceğiniz monoton düzene kavuşunca değişimin rüzgarları sakinleşir. Ama biter sanmayın, süreklidir. Sonra yeni etkiler, yeni tepkiler, yeni birikimler, yeni gürültüler...  Dönüp durur yeniden ve yeniden. Tüm bunlar uzun zaman alır. Öyle bir gece de saçlarım beyazladı gibi değil, ömürlüktür esen rüzgarlar. Varlığı- yokluğu bir değildir zira yokluğu, “Siz yaşamıyorsunuz!” demektir. Değişim şarttır, olmazsa olmazdır.
İşte bu benim değişim yorumum.
Karışık mı geldi? Benim kafam da karışık zaten, bu iyi.

18 Şubat 2011 Cuma

Kendimi Seviyorum Kendimi Onaylıyorum


Karmakarışık yaşamayı seviyorum.
Dağınık olmayı seviyorum.
Zaman zaman bu sevdamın başıma dert açtığı olur. Eminim böyle devam ederse daha da olacaktır.
Açtığım onbinyüzmilyon sekme arasında kaybolmam ve ilk etapta aradığımı bulamayıp her seferinde başka konulara dalmam,
dağıttığım dolabım yüzünden dar zamanlarda hep en saçma ve en kırış-buruş kıyafetlerimle yollara düşmek zorunda kalmam ve bu yüzden kendime bolca sinirlenmem,
her akşam uyuyabilmek için önce yatağımın üzerindeki dağınıklığı yığmak için başka bir yer bulmak zorunda kalmam ve o arada uykumun kaçma ihtimali,
“Nasılsa akşam yine yatcam.” Deyip yatağımı toplamadan güne başladığım zamanlarda annemden yediğim azarlar,
olabilecek herşeyin olduğu bir yerde asıl orada olması gerekeni bulamayışlarım ve dahası...
Hiç önemli değil!
Ben böyleyim der geçerim; kendi yoluma da taşı kendim koyarım.

Heh aferin bana!
İşte bir de böyle bir halt başarmış gibi çalar, söylerim.

17 Şubat 2011 Perşembe

Günün Ayamadığı Günler

“Ööööffffff...!”leyerek kalktıysam o gün yataktan, yüzüme bakılmaz; en azından birkaç saat. Böyle günlerde kendimi dövesim gelir ama öyle şirret olurum ki kendimden gözüm korkar, susarım. Konuşmam, gülmem- gülümsemem bile, insanları duymam- duyumsamam, kalabalıkla beraber boş boş yürürüm, yoluma bakarım. Nasılsa her gün gittiğim yol! Otomatik pilota geçer bedenim; durmam gereken yerde durur , sıkılınca iki volta atar, binmem gereken araca biner, inmem gereken yerde iner... Zihnim uyur uyanık sövmelerde!
Günün en güzel, en dinamik, en neşeli, bazen en gergin, en şiddetli saatleridir ya sabah saatleri, bu “en”lere göz yumduğum için kendimle kapışırım. O yüzden böyle günlerde biri insin gökten zembille, kim olduğu hiç mühim değil “Aç gözlerini, kendine gel ve bak ve gör ve izle..!” nidaları eşliğinde sarssın beni, kendime getirsin, kavga edelim önce sonra gözüm açılsın, gün kaçmasın.
Yarın “Ööööffffff...!”lemeden uyaniciim inşallah... Darısı başınıza! =)

16 Şubat 2011 Çarşamba

Seni Rüyalarımda Göreceğim

Rüyasız uykularım gerçekçiliğimden ya da derin uykularımdan kaynaklanmıyor; biliyorum. Biliyorum çünkü ne öyle çok gerçekçiyimdir ne de derin uykularım var. Ama...
Eğer birgün rüya görmeye başlarsam söz seni de rüyalarımda göreceğim!
O kadar uzak ki şimdi söz vermek kolay!

11 Şubat 2011 Cuma

Maskelenmiş Sevişme


Güzel gözlerin var! Bakışların hüzünlü biraz; olsun korkma hüzünlü bakmaktan ki aksın hüzün gözlerinden ve geçip gitsin hayatından.
Dudaklarının kıvrımları... İncecik narin!
Gülümseyişinde kaybolabilirim aslında ama hep gözlerindeki hüzün yansıyor dudaklarına... Olsun, hüzünle kıvrılan dudaklarında başka güzellikler yüklü sanki beni içine alan. Hüznünde de kaybedebilirm kendimi. Yeterki saf olsun, sahtelikten uzak olsun, sana yakışır olsun... Ben hepsini kucaklarım; seni kucaklarım, olduğun gibi! Aşığım!
Sana
salt güzelliğine
içtenliğine
sevincine
isyan edişlerine
şaşkınlığına
merakına
hüznüne
göz yaşlarına
bütünüyle
olağan çıplaklığıyla
sana, sana, sana...
Ama en çok saçlarına!
Ben hep okşarım saçlarını, sen uyu güzelim. Uyu, tüm saflığınla. Güne başlayana kadar gerçeksin, bir tek uykuda gerçeksin. Sen uyu, ben izlerim tüm gerçekliğini güzelim. Ben saçlarını okşarım senin...
Gün başladığında, sen güne hazır olduğunda, ben saçlarından tanıyacağım seni. Onlar hatırlatacak bana senin kim olduğunu. Saçlarından seveceğim seni...
(...)
Tüm hüznünü ardına gizlediğin o masken var ya! İşte o maske getiriyor sana ardında sakladığın hüznü. Getiriyor ki hep başrolde olsun. Getiriyor ki sen onu günün kahramanı yap. Sen hüzünlen, o güçlensin istiyor. Senin günü kurtardığını sandığın o şey işte bu kadar içten pazarlıklı bir ucube aslında... Sana söyleyemiyorum artık bunları güzelim, seni kurtaramıyorum. Çünkü istemiyorsun, ben de saçlarınla yaşıyorum. Maskenin ardındayken sen, sana ulaşamıyorum; öyle yabancısın.
Saçlarınla yetiniyirorum. Saçlarından seviyorum seni, saçlarından tanıyorum. Bir tek o güzelim saçlarının uçuşmasını engelleyemiyor bu maske. Bir tek onun sadeliğine ilişemiyor. Bir tek onlar özgür kalıyor. Bir tek onlar benim hayran olduğum gibi kalıyor gün başladığında bir tek onlar gerçek...
Hayır, sen maskenin ardındayken olmaz güzelim.Öpemem seni, sarılamam... İşte o yüzden, ben saçlarından severim seni gündüzleri.
Geceye kalır hep sevişmeler...

10 Şubat 2011 Perşembe

Baobap Sen Ne Güzel Ağaçsın

Küçük Prens’ten bilirsiniz bu ağaçları. Ben yıllar önce okumuştum, unutmuşum. Bugünlerde tekrar hatırladım. “Tohumları topraktan temizlenmezse gezegenleri bile ele geçirebilir bu ağaçlar!” der Küçük Prens’imiz.

Ve baobap ağaçlarına baktım. O kadar masalsılar ki durdukları yerde...

Sadece fotoğraflardan bile hayran kaldığım bu ağaçları yakından görmek istiyorum. Her bakışımda başka başka şeyler uçuştu kafamda. Bir de yakından bakarsam, kafamın içinde fırtınalar kopacak sanırım. =) Biraz bakıp araştırınca, bol efsaneli de bir ağaçmış bu!

Afrika'nın yerel söylencelerinin çoğunda, tanrının bu ağacı toprağa tepetaklak gömdüğü anlatılır. Söylenceye göre tanrı, baobap ağacını önce kongo havzasına eker ama ağaç toprağın çok nemli olduğundan yakınır. Bunun üzerine tanrı ağacı yerinden söküp Ruwenzori'ye diker. fakat ağaç yine mutsuz olur; baobapa öfkelenen tanrı, ağacı son kez yerinden söküp Afrika'nın kurak topraklarına fırlatır. toprağa ters düşen ağacın kökleri gökyüzüne doğru büyür. Baobap ağacının ters dönmüş gibi görünmesinin nedeni budur, der söylence.

Yeryüzündeki ilk ağaçlardan biri olan baobab zarif ve cazibeli palmiye ağacı ile karşılaştığında kıskançlık krizine kapılır ve onun gibi uzun boylu olmak arzusuyla ağlamaya başlar. Ateş ağacının kırmızı çiçeklerini gördüğünde ise o da çiçek açmak arzusuyla yanar tutuşur. Azametli incir ağacını ve olgun meyvelerini gördüğünde de o da meyve verebilmek için dua eder Tanrı'ya. Bu bitmez tükenmez istekler silsilesi karşısında sinirlenen Tanrı baobabı kökünden koparırcasına söker ve tepetaklak bir şekilde tekrardan toprağa diker.

Araplar'ın bir inançlarına göre, şeytan tarafından topraktan sökülüp ters olarak (dallar toprağa dalacak, kökler göğe yükselecek şekilde) tekrar dikilen ağaçtır.

Jerzy kosinski'nin Şeytan Ağacı kitabının içinden alıntıdır: "Yerliler baobaba şeytan ağacı derler, çünkü inanışlarına göre, dallarının tutsağı olan şeytan, ağacı, tersine çevirerek cezalandırmıştır. Yerlilere göre, ağacın kökleri dalları olmuştur, dalları da kökleri. Bir daha baobab ağacının bitmemesini sağlamak için de, şeytan, bütün taze sürgünleri yok etmiştir. Bu nedenle, sadece yetişkin baobablara rastlanır.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Kararlılık Çeksin Canın

Canın ölmek mi çekti?
Öl o zaman!
Tadını çıkar!
Gerçekten istiyorsan neden olmasın? Hem kim tutabilir ki seni verilen kararlardan sonra; senden, gizli kalmış kararsızlığından ve aslında yalnızlığının kıskanç tarafından başka?
Gerçekten istemedikten sonra da ölünmez ki canım...

Canın yaşamak mı çekti?
Yaşa o zaman!
Tadını çıkar!
Gerçekten istiyorsan neden olmasın? Hem kim durabilirki senin heyecanının, sevgi dolu bakışlarının, seçtiğin hayatı yaşama aşkının önünde verilen kararlardan sonra; içten içe çürümüş hissetmenden, -mış gibi yapışlarından, kabullenemeyişlerinden başka?
Gerçekten istemedikten sonra da yaşanmaz ki canım...

Gerçekten istemedikten sonra da ölünmez ki canım! Şakası bile yapılmaz. Korkutur seni bu seçim. Yalnızlığını körükler. Bir kere körüklendi mi yalnızlığın böylesi, kıskançlığa gebedir artık. Çok zaman geçmeden doğacak bir kıskançlık... Herkesin senin kadar, en az senin kadar, yalnız olmasını istersin. Ölmeyi hiç istemezken, bu uğurda ölmeyi deneyebilirsin bile. Yeter ki acısını yaşadıklarının acısı başkaları tarafından da yaşansın.
(...)
Korkularını yenemedin bari düştüğün komik duruma bak! Ders al! Bakkala gitmekle bir sanıyorsun sen ölmeyi ki dikkat çekmeye çalışıyorsun. “Heyy, ben bakkala gidiyorum, bir şey isteyen var mı?” der gibi... Ölme annem sen. Beceremezsin, hakkını veremezsin. Hoş, yaşamanın hakkını ne kadar verebilirsin ki?
Arafta bekle, biz geliriz!

Gerçekten istemedikten sonra da yaşanmaz ki canım! Yaşanır da öylesine yaşanır, tadına varılmaz. Yaşamak, gerçekten içinden gelerek, yaşamayı severek yaşamak uzağında kalır senin. Tanıdık gelmez, severek yaşayanlar.
(...)
Yaşıyormuş gibi yapıp onların tattıklarını tatmak istersin belki ama önce atladığın bir noktaya geri dönmen lazım; sana engel olan herşeyi kabullenmen, bağrına basman, tazelenmen lazım. Öbür türlüsü daha da çok çürütür seni. Gerçekten oynamak istiyorsan, mızıkçılık yapmadan var ol oyunda.
Ve sonra yaşa!
Hakkını ver ama, -mış gibi yaşama
Yoksa aklım kalır!

8 Şubat 2011 Salı

Güzellik Uykusundan Öte

Uyku! Ahh, tatlı uyku, bari sen bırakma!
Bu gece sadece dört saatini verdin bana. Oysa daha fazlasına ihtiyacım vardı.
(…)
Uyku perileri! Sizden hep rüyalar dilendim. Her gece sizin kollarınıza bırakırken kendimi bana getirmenizi istediğim; rüyalardı. Masalları sevdiğim kadar severim rüyaları da… -Sanırım gerçeklerden ağzımın payını alınca masallara, rüyalara sarıldım.- Ah ama uzun zamandır rüyaları da istemiyorum sizden. Sadece gelin, göz kapaklarımda gezinin istiyorum. Sadece uyumak istiyorum! Bunu da çok mu görüyorsunuz bana?
-Ey uykuları kaçan! Ey uykunun güzel sahibi!
İnan, biz senden daha çok istiyoruz sana ihtiyacın olanı vermeyi. Güzel uykularını rüyalarla taçlandırmak şöyle dursun, düşüncelerinin karmaşasından ve bu karmaşanın sıklığından sana ulaşamıyoruz ki… Bu kadar çok düşünme, karmakarışık olmasın kafanın içi. Ruhunu özgür bırak, kapansın gözlerin.
Uykunun güzel sahibi, ancak o zaman huzurlu bir uyku sunabileceğiz sana.
- Uyku tanrısı Hypnos’un minik perileri!
Güzel söylüyorsunuz ancak o kadar kolay değil ki düşüncelerimden arınmak. Ben de arınmak için uyumaya, size ihtiyacım olduğunu sanıyordum. Biraz uyusam, ah biraz uyuyabilsem… İşte o zaman rahatlayacaktım sanki. Meğer düşüncelerle boğuşmaktan uyumaya vakit bulamıyormuşum. Uyku bana gelmediği için düşünceler eşliğinde gelmesini beklemek, kendimi avutmakmış sadece. Ahh, meğer böyle böyle hapsetmişim ruhumu. Evet, evet… Düşünmek iyidir, fazlası zarar. Düşünmek iyidir! Fazlası…
-Şimdi anladın mı?! Uykuyu sana çok gören biz değiliz. İnan buna. Uykuların en güzeli, en huzurlusu senin olsun isteriz. Düşünceler üşüşürken tepende, her gidenin yerini bir yenisi alırken ve böylece kısır döngü halinde gidip gelirken onlar korkarız çıldıracaksın! Biz de istiyoruz sana gelmeyi. Her gece yokluyoruz, ulaşamıyoruz! Yine de uyku tozlarını serpiyoruz üzerine dört bir yandan ama o tependeki lanet kalabalığın arasında yitip gidiyorlar. Senin uykundan onlar nasibini alıyor, besleniyor. Yenileri nöbeti devralıyor. Nöbetleri hiç bitmez bunların sen sınırını koymazsan. Ruhunu esir almalarına izin verme. Bu kadarı olmaz! Kurtar kendini ancak o zaman güzel uykularda belki de rüyalarda eşlik edip renk katacağız sana.
-Renkli uykuların minik, güzel sebepleri! Beni bırakmamış olduğunuza sevindim. Sizlerin renkli âlemine dalabilmek, ruhumu özgürlüğüne kavuşturabilmek için sahip çıkacağım kendime. Deneyeceğim. Düşüncelerimin beni ele geçirmesine izin vermeyeceğim.
Kendi düşüncelerinle kendini boğmak! Ne kadar acı!
Benim onların değil, onların benim kontrolümde olduğunu hatırlatacağım kendime ve göstereceğim onlara. Beni ele geçirme, ruhumu hapsetme cesaretini vermeyeceğim… Umarım bu farkındalık anında sizlerin güzel uyku kristalleri beni bulur.
Tatlı uyku! Beni bırakmadığına sevindim.
(03.07.2010)

6 Şubat 2011 Pazar

Kelebek Tanrı

Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Zaten süzüldüğü hava da bildiğiniz hava değil.
Havası, suyu, ateşi bir bu âlemin. Sadece renkleriyle var olan bir evren burası. Renkler, yok olmayı bırakın, solsa dahi tekdüzeleşir yaşam. Tekdüzeleşir varlıklar. Renklerini kaybederler ve bu âlem de yitirir renklerini. Yok oluşun başlangıcıdır bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Yere yakın kuşların kanat çırpışlarından oluşan dalgaların renkleriyle sörf yapar. Su damlalarından oluşan, ahtapotun kolları kadar çok sesli bir kuyruğu vardır- onu sizin bildiğiniz kelebeklerden ayrı kılan. Turuncuyu sever ama maviyi daha çok sever. Mavi bir hayatı var bu yüzden; sizin bildiğiniz denizlerin mavisinden ama ıslak olmayan bir hayat.
Denizi, karası, göğü bir bu âlemin. Sizin bildiğiniz kuşlar, balıklar, insanlar, hayvanlar yok burada. Çok kuyruklu kelebekler, güvercin kanatlı böcekler, çiçeklerle oynaşan yunuslar, iki başlı kuşlar, kuyruklarında bir dünya taşıyan balıklar… Açılan bembeyaz sayfalarında yaptıkları tek şey, kendilerininkiyle beraber birbirlerinin de hayatlarına renk katmak. Var oluşun sevilirliğidir bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Yere yakın kuşların kanat çırpışlarından oluşan dalgaların renkleriyle sörf yapar.  Pembeli, sarılı, morlu, turunculu renk akımlarına bırakır kendini adrenalini doruklarda yaşar. Ömrünün kısalığından değildir korkusuzluğu. Dedim ya bildiğiniz kelebeklerden değildir o diye. Sonsuz bir görevi vardır bu âlemde, kimsenin bilmediği. Ve sonsuz bir sırrı, kimseye söyleyemediği.
Özgürlüğü, esareti, sevgisi, öfkesi bir bu âlemin. Renk ayrımı yapmadan severler birbirlerini. Kiminin mavisi, kiminin moru, kiminin alı, kiminin karası… Hep yaşanmışlıkların hatırası. Her şey iç içe geçmiş bir karmaşa yaratmış göstermelik ama içerden bakana düzen apayrı… Mucizenin yansımasıdır bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!
Kanat çırpışları, dalgalar gibi… Salına salına, yumuşacık, aşkla dalgalanıyor havada. Bildiğiniz kelebeklerden değil o. Yere yakın kuşların kanat çırpışlarından oluşan dalgaların renkleriyle sörf yapar.  Pembeli, sarılı, morlu, turunculu renk akımlarına bırakır kendini adrenalini doruklarda yaşar. Tanrısı olduğu âlemi her şeyiyle korumak, saklamak için sıradan görünür tüm olağanüstülüğüyle. Kimsenin bilmediği ve kimseye söyleyemediğidir bu!
Yaratanı, yaratılanı birdir bu âlemin. İç içe yaşarlar. Ve tanrının varlığı, yokluğu, mucizesi her şeyidir bu.
Rengârenk kanatlarıyla bir kelebek!

22 Ocak 2011 Cumartesi

Büyü Bozumu Mevsimi

O çalıyor!
Ben yazıyorum!
O’nun piyanonun üzerinde parmaklarını gezdirişiyle benim klavye üzerinde gidip gelişlerim benzer. Aynı anda coşuyor, aynı anda kararsız kalıyor, notalara aynı anda vuruyor, koşuyor, duruyor, aynı anda soluklanıyoruz. Kaybediyorum kendimi çünkü o da kaybediyor. Kelimeler dökülüyor notaların her vuruşunda. Silkeliyor beni tüm kırıntılarım dökülene kadar. Ve hakkını veriyorum…
Noktalama işretleri yok virgül nokta tırnak soru işareti ünlem üstten ayırma parantez konuşma çizgisi üç nokta hepsini kaldır rafa büyük harfler kimin umurunda küçüklerin yanında kuralları at kenara varsın hiç kimse soluklanmasın herkes hep telaşlı olsun nefesi kesilerek yaşasın ara vermeden karmakarışık tatları ayırt etmeden varsın hiç sonlanmasın yaşanan acılar varsın kimse kimsenin ne dediğini umursamasın kendine has yaşasın varsın kimse merak etmesin kimseyi sormasın halini hatırını varsın şaşırmayalım kabulleniverelim her şeyi geldiği gibi varsın hiç kimse hiçbir şey önemli özel olmasın varsın gizli saklı odalarda konuşulmasın hiçbir şey her şey ulu orta söylensin varsın sussun herkes bir anda ölüm olsun varsın devamsız olsun sonlu olsun her şey
O’nun saksofona üfleyişindeki şevkle benim klavye üzerinde gezinen parmaklarımdaki tutku benzer. Aynı anda düşlere dalıyor, aynı anda nefes alıyor ve sonra tüm benliğimizle veriyoruz nefesimizi, kayboluyoruz yaptığımız işin içinde. Kaybediyorum kendimi çünkü o da kaybediyor. Kelimeler dökülüyor notaların her vuruşunda. Silkeliyor beni tüm kırıntılarım dökülene kadar. Ve hakkını veriyorum…
Notalar başımın üstünde dans ederken ben aralarından seçtiklerimi kelimelere döküyorum. Kalanlar içime doluyor.
Ve kalp atışlarım… Artık kontrol edilemez haldeler. Nefes nefese kalıyorum. Parmaklarım duruyor, kararsız! Çünkü artık notaların tutkusundan çok ayrı onların tutkuları. Daha az önce benzerdiler, beraberdiler. Şimdiyse duymuyorlar bile. Kaybediyorum kendimi bu defa yalnız.
Durup dinliyorum. Gözlerim kapanıyor. Yavaş, sakin piyano vuruşları. Yumuşacık!
Yükseliyorum sanki ve gülümsüyorum. Biliyorum ki gözlerimi açtığımda her şey bitecek. Tüm o büyü, notalardan taşıp gelen o büyü kaçacak; koşup kendine saklanacak. Çünkü başta ben bozdum, yalnızca kendi tutkularına kapılan parmaklarım bozdu büyüyü. Ama bu kadar değil, buraya kadar değil bu birleşme.
Başka bir gece…
Başka notalar gelip saracak parmaklarımı
ve yine dönüp duracak,
durup dolacak içime.
Yine ortak tutkularla akıp gidecekler gecede
tüm büyüleriyle!
Büyü bozumu mevsimi
geride kalacak bir kez daha böylece.

18 Ocak 2011 Salı

Davetsiz


Biten günün ağırlığı yine tüm yorgunluğuyla çökmüştü üzerine. Kaçar gibi çıkmıştı ofisten. İşini sevmiyordu ki! Hiçbir zaman masa başı bir işi olsun istememişti. Tüm bu sıradanlık, kalıplar, kravatlar, takım elbiseler ona göre değildi. Hem ne diye sakallarını kesmek zorundaydı ki? Üniversite yıllarını, dolup taşan enerjisini, hayallerini (…) geçirdi aklından ve camdaki yansımasından kendine ‘Şu haline bak!’ dercesine bir bakış fırlattı, apartmana girerken. Sıkıntıyla harmanlanmış yorgunluktan kapanmak üzere olan gözlerine, dudaklarının gülümsemeyi beceremeyen kıvrımlarına, özenle jölelenmiş sevimsiz saçlarına baktı. Geçmişte bıraktığı yıllar o kadar da uzak değildi, oysa o ne kadar vazgeçmişti kendinden. Hala yakışıklıydı ama işi bitmiş bir yakışıklı…
Şöyle bir silkelendi, apartmana girdi ve omuzları düşmüş, kafası önde aheste aheste çıkmaya başladı merdivenleri. Bir yandan ceplerini yokluyordu. Kapısının önüne geldiğinde anahtarının evrak çantasının ön gözünde olduğunu hatırladı. Seri bir hamleyle çantadan anahtarları çıkarıp kapıyı açtı. İçeri girdiği gibi çantasını sağ tarafa ayakkabılığın yanına atıverdi ve ışığı açtı. Işığı açtığı an gelen tıkırtılar tüm yorgunluğuna rağmen dikkatini toplamasına yetti. Temkinli adımlarla koridorda ilerlemeye başladı. Oturma odasına girip ışığı açmak üzere elini duvara doğru uzattığı sırada anlık bir acı hissetti ve aniden her yer karardı.
(…)
Kendine geldiğinde, kafası bütünüyle ağırlaşmıştı ve canı yanıyordu. Hala karanlıktı her yer. Hiçbir şey göremiyordu. Ağzını açamadığı için iniltileri duyuluyordu sadece. Ayağa kalkmayı, ellerini kullanmayı denedi ancak nafile. Olduğu yere çakılı kalmıştı. Elleri, ayakları, gözleri bağlı, ağzı bantlıydı. İçinde bulunduğu durumu kavramaya çalışırken tek duyabildiği topuk sesleriydi. Ve ardından gelen kadın sesi:
“Nihayet kendine geldin! Bu gece öyle planlarım var ki senin için… Bayılacaksın! Çok kısa sürede sonsuz şeyler yaşatacağım sana ve sonsuzluğa kavuşacaksın.”
İnlemeye, olduğu yerde, ayağa kalkabilecekmiş gibi debelenmeye devam etti. Kadın sürekli konuşuyordu, anlayamadığı bir takım şeyler söylüyordu ve o sadece sesi takip edebiliyordu. Böylece tehlikenin saat kaç yönünde olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Kadın konuşuyordu:
“Sıradan soluklardan beslenen sıra dışı planıma bayılacaksın!”
Ne yapacağını bilemez halde öylece otururken bir yandan ses tonundan yada belki kokusundan kadını tanırım diye kendini zorluyordu. Hafızasının derinliklerinde dolaştı ancak hiçbir iz yoktu. Kadın konuşmaya devam ediyordu ve üzerine doğru yürüyordu. İyice gerilmiş tekrar debelenmeye başlamıştı.
“Her türlü ayrıntı düşünüldü. Ben hiç başrol olmamış gibi sıradan bir kadın olacağım yine. Burada olanlardan kimsenin haberi olmayacak. Öyle ki ben bile unutacağım.”
diyordu kadın ve bir de kahkaha sesleri eklenmişti topuk seslerine.
“Benim planımda sahneye çıkma sıran geldiğinde diğer bir planda sahneden çoktan inmiş olacaksın.”
Kadının kollarını boynunda hissetmişti. Merak, öfke, korku, bilinmezlik hepsi birbirine karışmıştı. Kimdi bu kadın, n’oluyordu? Kadın arkaya doğru uzanıp gözlerindeki bağı çözdü. Adamın meraklı bakışları kadının yüzünde toplandı ve birden hayal kırıklığına uğradığını hissetti. Daha fazla korkmuş olmasıysa anlam verememesindendi. Kadının neye benzediği umurunda değildi artık sadece izliyordu. Hayal kırıklığı hissetti çünkü bu ana kadar hep bir ümidi vardı, ona bunları yaşatanın tanıdık bir yüz olacağına inandırmıştı kendini fark etmeden. Kafasında bin bir düşünceyle kadını izlerken o deli gibi oradan oraya yürüyor, kahkahalar atıyor, bir an duruluyor ve konuşmaya devam ediyordu:
“Bin bir sözcüğün, bin bir dokunuşun eşliğinde gerçekleştireceğim planımı. Bir parça merak, bir parça korku, bir parça heyecan, bir parça yalan, bir parça aldatma ve bir parça sevgi de olacak içinde her ikimiz için; yada bir parça kan…”
Anlam veremediği tüm bu anın içinde anlam veremediği tüm bu cümleleri kabullenivermişti bir anda.
Rahatladı.
Kadın arkasından yaklaşırken o sadece topuk seslerini dinledi ve gözlerini kapadı.
Kabullenmişti.
Anlam veremediği koskoca hayatını da böyle kabullenmemiş miydi işte?
Sadece şikayet etmiş ve rutinine devam etmişti.
Şimdiyse, seçme hakkı yoktu.
Önüne geleni yiyecekti.
Ölecekti.
Tüm bildiği, tek bildiği buydu…......

2 Ocak 2011 Pazar

Yılların ‘Seni Seviyorum’ Denemesi

(S)en bana aitsin

(E)llerin, dudakların, gözlerin(…) onlar da bana ait

(N)efes alıp vermekle aslında bana hayat veriyorsun

(İ)stediğin, aradığın ve arzuladığın hep benim,

(S)enden fazla sana aidim belki ben de

(E)trafımı saran koku seninken

(V)arlığın bile yeterken beni huzurlu kılmaya

(İ)stediğim, aradığım ve arzuladığım hep sen olmuşken…

(Y)eter uzattığın ne anlatmaya çalışıyorsun deme n’olur 
   
(O)ku!  =)

(R)amak kala bu ‘Seni Seviyorum’ denemesinin sonuna

(U)nutma

(M)utluyum (seninim) ;)

Kelebek Aydınlanmam

Peki neden bitti bu hikaye?
Evet, kelebeklerin hikayesi ömürlerinin kısalığından bitti ya da birileri ışığı kapatıp yatmaya gitti.
Ya benimki?
Ben hala yaşadığıma ve senin ışığın hala sönmediğine göre benim hikayem neden bitti dersin?
(...)
Bilmem... Şimdi artık umrumda da değil açıkçası...
Evet, ışığın artık beni cezbetmiyor... Hayır, yeni bir ışık için de çırpınmıyorum... Yok hayır karanlıkta hiç değilim...
Sanırım kendi ışığımı keşfediyorum artık. Asıl şahane olan da buymuş biliyor musun; kendi ışığının yolunda, kendin için kanat çırpmak ve zaman zaman başka ışıklarla aydınlanmak.
Ve olan biten herşeyin içinde tek yapmam gereken kendi ışığımı hiç bir zaman yok saymamak!
__
Evet, işte bu benim aydınlanma çağım...
Kelebek aydınlanmam...